Türkçe edebiyat…
“Türk Edebiyatı” ifadesi, dar anlamda “Çağdaş Türk Edebiyatı” nitelemesinin kısaltılmış halidir. Bu niteleme, başka şeyler yanında, eser dilinin Türkçe olmasından başlayarak yazar ve okurun Türklerle ve Türkiye ile başat ilgisi olan bir edebiyatı ifade eder.
Türklerle ilgili olmak, etnik olarak ve/veya yurttaş olarak Türk olanları kapsadığı gibi (son söyleyeceğimizi ilk söylemiş olsak da) Türkçe konuştukları halde kendilerini böyle hissetmeyenleri de kapsar! (Ama burada, Çağdaş Türk Edebiyatı ifadesinin anlamını andığımız diktomiye hapsetmenin onun çağdaş niteliğini görmezden gelmek olacağını unutmamak gerekir.)
Benzer bir şekilde, “Türkçe Edebiyat”, “Türkiye Edebiyatı” gibi ifadeler de “Çağdaş Türk Edebiyatı” anlamına gelir: Türk edebiyatı yerine bu türden ifade edişlerde onun dil, ülke, mekân, coğrafya gibi boyutlarına, kullanış bağlamlarına göre değişen ölçüde, özel bir vurgu yapma isteği vardır. Bu özel vurgudan genele doğru yükseldikçe, ana-kapsayıcı nitelikleriyle Çağdaş Türk Edebiyatı kavramına yeniden varırız.
Türk edebiyatı nitelemesi ile Türkçe edebiyat ya da Türkiye edebiyatı arasında bir ‘ikame ilişkisi’ yoktur; anlamı genişleten, özelleştiren ya da genelleştiren ilişkiler vardır. Böylece, bir bağlamı olan, doğru kurulmuş bir cümlede bu nitelemelerin anlamları bozulmadan birbiriyle kolaylıkla yer değiştirmemeleri beklenir.
Peki, ne oldu da bir süredir Türk Edebiyatı ile Türkçe edebiyat veya Türkiye Edebiyatı demek birbirini dışlayan seçenekler oldu?
Sorunun cevabını kendimizce vermeye çalışmadan önce, sınırlı birkaç yazı dışında, eskilerin deyimiyle ‘alelusul’ sosyal medya paylaşımları ve gazete demeçleriyle geçiştirilen bu kamplaştırıcı-sığ tartışmalarda yer almadığı izleniminde olduğumuz bazı konulara değinmeye çalışacağız.
Yazar özgürlüğü, yazarı anlamak ve bunun bir sınırı olup olmadığı…
Edebiyatçı, yaratısını sınıflandırmakta ve nitelendirmekte özgürdür. Hangi ülkede ve dilde olursa olsun, bir edebiyatçı kendi yaratısını dilediği bir sınıfa koyabilir, ona kendince seçtiği bir ad verebilir. Sanatçının ya da edebiyatçının bu edimi, onun sanatçı kişiliğinden ve söz konusu olan eseri yaratım sürecinden ayırt edilemez. Bu edimin adlandırılışının bilimsel olarak doğrulan(a)maması, ahlaki olarak onaylan(a)maması, siyasal olarak tercih edil(e)memesi, bu durumu değiştirmez. Ortada gerçekten bir sanatçı ve sanat ürünü varsa -ki bunun kesin bir cevap anahtarı ya da turnusol kâğıdı yoktur- ya da bunun tersinin apaçık olduğu bir durum yoksa -bayağılığın veya taklitçiliğin tescile ihtiyacı yoktur – böylesi bir edim, sanat ve sanatçının var olma hakkının bir uzantısıdır.
Öyleyse, sanatçının bu türden edimlerine bir doğruluk yanlışlık atfetmeden önce tıpkı ortaya koyduğu sanat eseri ile ilişkimizden beklendiği gibi- anlama, en azından anlamaya çaba gösterme yükümlülüğümüz vardır. Çünkü, yer yer, zaman zaman ya da bütün yer ve zamanlarda; bilgisel, ahlaki, siyasal, inançsal vb. doğruluklara ya da ‘makuliyet’lere mesafeli olmak, sanatın/sanatçının varoluşundan gelir. Estetik dışında kalan biliş ve değerlendirmelere hiyerarşik bir üst konum atfetmeksizin sanatçıyı ve sanatı anlama çabası, yaratıcı kültür ve edebiyata karşı uygar insanın sorumluluğudur.
Elbette, yazar tutumuna saygı duymamız ve onu anlamamız, eserini nitelendirmesi veya adlandırması dahil olmak üzere, ondan farklı değerlendirmeler yapmamıza, anlama çabası gösterdiğimiz edimini iyi, güzel, haklı, doğru bulmamış isek, bunu mızmızlanmadan, apaçık dile getirmemize de engel değildir. Yazara, seçimine ve eserine anlayış ve saygı ile yaklaşma gereğine davet veya riayet, onun bir dokunulmazlığı olduğunu ima etmez. Bunun yerine, deyim uygunsa, ancak iyi niyetli, önyargısız ve adil davranılmasını önerir. Edebi deneyimde önemli ve değerli olan; saygı, anlayış ve eleştirinin birbirini dışlamayan özellikler haline getirilebilmesidir.
Bir anlama çabası…
Konumuzla ilgili bir edebiyatçı şöyle diyor olabilir örneğin: “Türk Edebiyatı ifadesinde Türk sıfatı, yazılan edebiyatı nitelese de yazanı da nitelemektedir; nitelemiyorsa ima etmektedir ve bu beni rahatsız ya da eksik ifade etmektedir… Kullandığım dil Türkçe olsa da böylesi bir nitelendirmenin veya yolu ona çıkan bir imanın önünü, yazdığımı Türk edebiyatı olarak değil Türkçe edebiyat olarak niteleyerek, kesmek istiyorum…” Böyle bir dile getiriş karşısından kendi yargımızı, hatta bu ifadeden duyduğumuz, varsa, kızgınlığımızı veya kırgınlığımızı saklı tutarak, anlama çabasında bir adım daha ileri gitmek veya gitmemekle yüz yüze gelmiş olabiliriz. Örneğimizdeki yazar tutumu tekil olmakla kalmayıp benzerleri ile yakınlaşarak bir grup-kesim tutumuna dönüşmüş bile olabilir… Bu halde de konu hakkındaki yargımızı bastırmamak, bunu gerektiği yerde dile getirmek hakkımız saklı olmak üzere, söz konusu tutumu, üstenci olmayan bir anlayışla karşılayabilmeliyiz. Anlayış hem kendi yakamızdaki hem de anlamaya çalıştığımız yakadaki varsa eksiklik, hata ve yanlışlıkların gerçek nedenlerini bulmamıza yardımcı olacaktır. Anlayışın, büyük ölçüde empatiye yaslanan bir insani iyilik dışavurumu olduğu kuşkusuzdur. Bu ise, bir insani güzellik dışavurumu olan sanattan, sanatsal eylemde bulunmaktan ve nihayet sanat ve sanatçı ile ilişki kurmaktan ayrı düşünülemez. Anlamak; haklı görmek, onamak şeklinde olabileceği gibi, eleştirel bir şekilde de gerçekleşebilir. Kendisine ait olanlardan başka ölçülere göre haksız, yanlış hatta çirkin görünen ‘insanilik’leri anlamamızı sağlayan yegâne biliş biçimi sanattır.
Karşı anlamlar… Ya da sınırlar…
Ama ne kadar çabalasak da anlayışlı olmayı başaramayacağımız haller yok mudur? Vardır, elbette… Bu, en çok anlama çabamızın anlaşılmaya çalışılan tarafından hiç umursanmaması, ona hiç değer verilmemesi hallerinde ortaya çıkar. Dahası, anlamaya çalışana ait zihin dünyasının büsbütün dışından konuşan ya da eyleyen birinin anlaşılması zaten çok güç, hatta olanaksızdır. Bu türden insanlar muhtemelen sanatçı da değildir… Çünkü, sanatçı kendisi için yazmaz yazdığını; ötekine yazar, ki bu da bir şekilde anlamaya ilişkin bilgi ve duyarlık sahibi olmayı gerektirir. İnsan için güç görünen fakat değerli olan şey; zihin dünyasını geniş tutarken temsil ettiği ve değerli bulduğu biliş ve kavrayışı koruyabilmesidir. Kendi duyarlıkları üstünden başka duyarlıklarla ‘diyalojik’ bir etkileşim içine girenler hem kendilerinin hem de muhataplarının tasavvur dünyalarını genişletebilir, zenginleştirebilirler. Böylece genişleyen ve zenginleşen bu farklı dünyaların mutlaka ortaklıkları ve benzerlikleri de oluşur.
Anlayamadığım ya da anlayışlı olamadığım…
Ele aldığımız konuda anlayışımızın dayanaklarını yitirebileceği yer; bir çağdaş ulus edebiyatının (Türk edebiyatının) kendi adıyla anılmasının, birilerinin sırf kendilerini bunun dışında hissetmeleri yüzünden, kendi seçimlerini aşan bir yanlışlamaya maruz bırakılması ile de kalmayıp, açık kapalı tekzip edilmesi, anlayıştan yoksun bir öznellikle yargılanması ve yaftalaması olacaktır. Burada sanatçı özgürlüğü ve sanat yaratısına saygı ilke ve ölçüleri istismar edilmekle kalmayıp, konu ile ilgili sosyal-bilimsel kavram ve tanımlar da sanat dışı bir fanatizme kurban edilmektedir. Söz gelimi, bu edebiyatı kendi adıyla anan bir edebiyatçı, edebiyat dünyasının (siz piyasasının anlayabilrsiniz) güçlü ima mekanizması ve örtülü mutabakatı ile hak etmediği ya da doğru olmayan milliyetçi, faşist, ulusalcı vs. gibi kendilerince kötüleyici (pejoratif) kategorilere konuluyorsa, burada edebiyat ve yazar özgürlüğünün kullanılmasından söz ediyor olmamalıyız. Kendi bağlamı içinde anlaşılır olan bir bireysel ya da kategorik edebiyatçı tavrının, kendisi dışını da kapsar biçimde ister baskıcı ve tasfiyeci, isterse örtük bir hesaplılıkla bir siyasal tutuma dönüştürülmesi ise; edebi, kültürel bir duyuş ve dile getirişin ötesine geçen, doğruluğu yanlışlığı bir yana, edebiyatı kendisine göre düşük bir hizaya indirgeyen kaba-siyasal bir tutum olur. Bu siyasal tutumun birden fazla tutumların ittifakıyla ortaya çıkmış olması durumu ancak kötüleştirir. Unutulmamalı ki, salt-siyasal bir tutumun muhatabından alacağı cevap da edebi değil, salt-siyasal olur.
Çağdaş Türk Edebiyatı
Çağdaş Türk edebiyatı, post moderni de kapsayan bir modern çağ ülke ve ulus edebiyatıdır. Bu cümleyi kurabilmemizin en önemli güvencelerinden biri onun dünya edebiyatı ile hizalanabilmiş, yani evrenselleşebilmiş olmasıdır. Edebiyatımızın evrenselliğini borçlu olduğu kendine özgülüklerini salt kullanılan dile indirgemek, dili de içeren görece bütünlük ve karmaşıklığıyla kültürü ve kültürü taşıyan, işleyen ve yaratan somut çağdaş ulusal varoluşu görmezden gelmek, farklı duyarlıkları abartan bağnazlıklar olarak nitelendirilmeyi hak ederler. Post modern dönemde ülke ve ulus kavramlarının içeriğinin modern dönemdeki kadar köşeli ve kesin belirlenemiyor olması bu sosyo-kültürel gerçeği değiştirmez.
Bu bağlamda, postmodern kültür ve neoliberal ideolojiler tarafından emperyalist merkez devletleri dışında kalan, görece bütünlüklü ve ölçekli ulus devletler ve kültürler aleyhine bayraklı-topraklı cemaat federasyonlarının desteklediğini artık biliyoruz. Bilmiyorsak, çevremizde ve ülkemizde son 30-40 yıldır olanlara bir daha, dikkatlice bakmamız yetecektir. Post modern dönemin, modern döneme yönelik negatif sosyo kültürel argümanlarını, sözüm ona ilerici, liberal ve/veya muhafazakâr siyasal fanatizmler adına mutlaklaştırmak, onun en önemli özelliği olan göreceli mantığı ile bile tutarlı olmayan bir akıl oyununa kapılmaktan öte bir şey değildir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan yurttaşların, aynı olduğu kadar farklı kaynaklardan da beslenen, fakat her durumda başka ülkelerde ve kültürlerde yaşayanlarınkinden -koparıcı, ayırıcı (seperative) deği- ayırt edici (distinktive) bir edebiyatları olduğu nesnel bir olgudur. Bu edebiyatın, ülkenin ve yurttaşlarının adı ile anılması, adının öncelikle ülkenin adından yola çıkarak Türk edebiyatı olması, bu coğrafyaya, bu ülkeye ve bu ulusa özgü bir anomali değildir; doğal demeyelim peki ama, çağın sosyal, kültürel, siyasi ve esetetik bir gerçekliğidir.
Dahası, açıkça reddedilen veya üstü kapalı tekzibe yeltenilen ifade, bugün itibariyle sosyal bilimler müktesebatı bakımından Türkçe veya Türkiye edebiyatı nitelemelerine göre en azından daha bilimseldir. (Yazar burada romantik dönemde, özgürlükçü ve evrensel Almanlığı Napolyon tarafında olmaya denk götürenleri kastediyor.) Uluslararası edebiyatta, kopuştan çok belirginleşme olarak ortaya çıkan ulusal edebiyatların kendi içlerinde adlandırma ve benimsenme bakımından ayırıcı, kopuşçu imalar taşıyan bir tartışmaya muhatap olması üzücü ve düşünülmeye değerdir. Bu durumun, küreselci neoliberalizmin örtücü ve oyalayıcı kavramları üstünden entelektüel zihinlerden emperyalizm kavramını kazınması ile güçlü bir bağı olduğunu ileri sürmek mümkündür.
Türkçe ve/veya Türkiye edebiyatı ifadelerini kendilerine göre anlamlandırarak, Türk edebiyatı ifadesini Türklükle daha az bağlantılı bir ifade ile ikame etmek ya da bu edebiyatı yaratıcısı ve ürünü olduğu antropolojik, tarihsel, sosyal, kültürel ve siyasal bağlamından kopararak daha az nitelenebilir, tanımlanabilir bir hale getirmek hem siyaset hem de sanat ve edebiyat bilinciyle hoş görülecek bir tutum olamaz düşüncesindeyiz.
Daha Somut Konuşursak…
Konu ile ilgili tartışmalarda örneklemeleri, bazı merkez-kolonyal dillerin farklı modern ulus yurttaşları, bu arda yazarları, tarafından konuşulur-yazılır olmasıyla karıştırılmaması gerekir. Modern öncesi İngilizce, Fransızca, Farsça, Arapça bunun örneği olarak verilebilir. Ama Türkçe Edebiyat’ı Çağdaş Türk Edebiyatının yerine geçirmekte böyle bir tahlil ya da tahayyül geçerli midir? Bu, bizce, aşırı bir şablonculuk olur. Çağdaş bir kültür ve edebiyat dili olarak Türkçe, çok büyük ölçüde Cumhuriyet’in verimidir.
Şimdi biraz daha somut konuşalım: Türkiye’de, Türkçe yazılsa bile, ihtiyatla, bir Kürt Edebiyatından söz edilebilir. Türkiye’de Kürtçe yazılan bir Kürt edebiyatından da benzer ihtiyatla söz edilebilir. Buradaki ihtiyat önerimiz, “bağlam” a gösterilmesi gerektiğine inandığımız özenden kaynaklanıyor. Bu nitelemelerin doğru veya yanlış olması hangi bağlamda kullanıldıkları ile çok ilgilidir. Örneğin, burada Kürt Edebiyatı nitelemesinin Türk Edebiyatı nitelemesinin karşıtı olarak sunulması yanlıştan öte anlamsız bir bağlamlandırma olacaktır. Yani birinciyi ikincinin dışına çıkarmak, ikinci birinciyi kapsayamaz haline getirmek yapay-soyut, spekülatif bir bağlamdır; bir akıl oyunudur. Çağdaş Türk Edebiyatı Türkiye-Kürt Edebiyatını kapsar. Türk Edebiyatı nitelemesi, çağdaş insani/sosyal bilimler kavrayış yöntemleriyle doğrulanabilen bir olgudur.
Tabi, şöyle bir bağlam da var burada: Nasıl, Türkiye Türkçesi dışında kalan Türkçeleri kapsayan, İran ve Turan ülkeleri Türkçelerini kasteden bir Türk edebiyatından ihtiyatla söz edebiliyorsak, İran ve Yakındoğu ülkelerindeki Kürtçeleri kapsayan bir Kürt edebiyatından da söz edebiliriz. Türkiye’de Türkçe yaratılan edebiyatın Türk Edebiyatı olma halini sansürleyerek onu Türkçe edebiyat olarak niteleyenler, benzer bir adlandırmayı bu bağlamda da yapacaklar mıdır? Yani kafamızı Türkiye’deki kısır siyasi/edebi önyargılardan kaldırarak dünyaya ya da daha odaklanarak Yakındoğuya bakarak konuşursak bir Kürt edebiyatından söz edemeyecek miyiz? Bir Kürt edebiyatı yok da sadece Kürtçe edebiyat mı var orada? Hayır elbette! Çağdaş Türk edebiyatı için söylediklerimiz bu ülkeler için de geçerlidir. İran’da, İranlı Kürt bir edebiyatçının Farsça romanı elbette İran Edebiyatı sınıfına girecektir. İran’da İranlı Kürt bir edebiyatçının Kürtçe yazdığı roman hem İran hem de Kürt edebiyatı sınıflarına girebilecektir. Doğru olan, bu listeleri bağlamsız ve tek bir listeye indirgememektir.
Günümüzde ‘politik doğruculuk’ (‘politically correct’) gibi bir de kuramsal doğruculuk (‘teoratically correct’) hastalığı var. Bu, entelektüel camiada gerçekte çok karmaşık olmayan kimi meselelerin fil ayağını tutan körler gibi tartışılmasına neden oluyor. Ama unutmayalım ki; kuram düşkünlerinin dertleri hiçbir zaman edebiyat veya edebiyatın ele aldığı kültürel duyarlıklar ve görecelikler değildir. Onlar bir meseleyi niyet ettikleri paradigma içine sığdırmak üzere ‘vaftiz’ etmeyi çok severler; kendi soyut paradigmaları içinde kalarak ‘yan tutma’yı başka başka paradigmalarla diyalojik bir ilişkiye girebilmek üzere ‘yer açmak’tan çok daha önemserler. Bunlar, hele bir de hem kuram düşkünü hem de politik önyargı sahibi iseler bütün bildikleri çividen ibaret olan çekice dönerler.
Sonuç olarak; konuya yaklaşma perspektifimiz, ifadenin bağlamına odaklanmak olursa, yeni bir karanlık çağa doğru sürüklendiğimiz günlerde çok muhtaç olduğumuz aydın, düşünen ve yaratan insan birikimimizin birbirini değersizleştiremeye varacak çabalarla enerji tüketmesinin de biraz olsun önüne geçmeye katkıda bulunmuş oluruz. Yurtseverliği soven-milliyetçiliğine götürmeden, özgürlükçülüğü de “Ren’in sol tarafından beklemeden”[i]Türk ve/veya Türkiye meselesine bakabiliriz.
Biz bu yazıda yan tutmayı değil yer açmayı denedik.